Shenyang'dan Birmingham'a Yağmur

"Önemli olan nerede olduğun değil, kiminle olduğundur"

"Çin'de yaşayabilir miyim diye bir an bile düşünmedim"

Kimsin, nesin? Nerede, ne zamandan beri yaşarsın? Neyle iştigal edersin?

Ben Yağmur, yeni mezun avukat, yeni evli eş, 26 yaşında genç bir kadınım. İlkokul 1. sınıftan başlayarak üniversiteden mezun olana kadarki süreçte yaklaşık olarak 5-6 şehir ve toplamda 7 okul değiştirdim. O zamanlar babam özel bir şirkette bölge müdürüydü ve 2-3 senede bir bölge değişimi dolayısıyla şehir değiştiriyorduk. O yaşlarda taşınmak yeni bir şehre ve kültüre adapte olmaya çalışmak ancak bu yaşlarda anlayabileceğim katkılar sağladı bana. Etkili iletişimden kendini ifade etmeye, özgüven sahibi olmaktan kolay adaptasyona birçok artı kazanmıştım bile. Bu bol seyahatli, eğlenceli yolculuğumuzun son durağı, Türkiye'de yaşadığım son şehir, üniversite dolayısıyla geri döndüğüm, doğduğum şehir İstanbul'du.

2014 yılında mezun oldum ve hemen master'a başladım. İdealist bir avukat olma yolunda küçük adımlarla ilerliyordum derken master'ımın ilk senesinde eşimle evlenmeye karar verdik. Asutay benim ilk aşkımdı, tanıştığımızda 14-15 yaşlarındaydım, ilk görüşte aşk... Lakin yine bir tayin ve taşınma dolayısıyla iplerin kopması... Ara sıra face'ten mesajlaşma dışında hiçbir iletişimimiz yoktu. Ta ki master'ın ilk senesinin ikinci yarısına kadar... Tanışmamızın ardından yaklaşık 10 sene sonra tarih 1 Nisan 2015... Hayatımın en güzel şakası... Asutay makine mühendisliği okumuştu ve aynı alanda master'ını tamamlamıştı ve o tarihlerde yaklaşık olarak 2-2,5 senedir Çin'de çalışıyordu.

Evlilik kararı alma sürecinde ve sonrasında bir an bile düşünmedim acaba Çin'de yaşayabilir miyim diye. Benim için durum sadece sevdiğim adamın yanına gitmekten ibaretti ve çok güzeldi. Yeniden konuşmaya başladıktan 5 ay sonra 1 Eylül 2015'te evlendik.

Aslında sorunun cevabı kısaca ben Yağmur 24 yaşına kadar İstanbul'da yaşıyordum ve avukatım şeklinde olabilirdi ama meslek hastalığı işte konuşmayı seviyorum, e bi de anlattıklarım hayatımın aşkını nasıl buldum olunca çenemin yayı gevşiyor biraz. Ekim 2015-2016 döneminde Çin'de yaşadım, son 3 ay itibariyle de İngiltere'de sürdürüyorum hayatımı.

"Cüceler ülkesindeki dev gibiydim"

Yolun gurbete düştüğünde ilk olarak neler hissettin? Yeni bir ülkede olmanın duygu durumu sende nasıl karşılık buldu?

Yolum gurbete nasıl düştü? Evlendim, eşim zaten Çin'de yaşıyordu, biz iki imza attık ve ben bin tane bavulla yanına gittim. Türkiye içinde şehir değiştirmeye benzemiyor tabii ki ülke değiştirmek. Aslında Çin'e gitmek apayrı bir konu. Örneğin biz Avrupa'ya gidiyor olsaydık eminim çok daha farklı deneyimlerimiz olacaktı. Lakin Çin'de öyle kitaplarda okuduğunuz, TV'lerde izlediğiniz gibi bir hayat yok. Zaten Türkiye'de yaşayıp da özel bir ilgi duymadıktan sonra Çin hakkında bilgi sahibi olmak pek mümkün değil.

Uzun bir uçuşun ardından ayağımız Çin topraklarına değdiğinde çoktan güneş batmıştı o nedenle ilk izlenimim biraz gölgeler üzerine. Sağ salim varmanın ve evli hayatımıza başlayacak olmanın heyecanı mıdır bilmem taksiyle evin yolunu tuttuğumuzda pek bi güzel gelmişti sokaklar bana. Her yerde kırmızı lantern'ler (fener) lucky cat'ler (işyerlerine bereket getireceğine inanılan otomatik el sallayan kedicik heykelleri) bambaşka bir dünyaydı sanki.

Sonbahar Çin'e gitme açısından pek de önerebileceğim bir mevsim değil ne yazık ki. Her yer gıpgri her yer buz gibi. Ben hayatım boyunca böyle bir soğuk ne gördüm ne yaşadım. -30'lardan bahsediyorum, insanın sümüğü burnunda donuyor. Asutay'ın bıyıklarının sakallarının donup onun 50 sene sonra nasıl görüneceği konusunda ipucu sahibi olmam da bu soğuğun tek eğlencesi... Öyle bir soğuktan kapalı bir alana girildiğinde yaşanan iğne batması diyeceğim ama az kalacak, bıçak saplanması da cabası...

İlk neler hissettim? O ilk günlerimizi hatırlarken kendimi zor tutuyorum hayat pembiş bir pamuk şeker biz de şirin bal arılarıydık dememek için... Tabii ki heyecan vardı olmaz mı, Çin'deydim, öyle tatil için falan da değil baya baya burda yaşayacaktık artık, sanırım böyle olunca daha farklı bir gözle bakıyorsun etrafına, en azından bende öyle oldu. Çin'de okullarda İngilizce eğitimi verilse bile ne yazık ki kimse sizinle ingilizce konuşmuyor, bilmeyenlerin yanı sıra bilip de utandığı için konuşamayanlar da var. Yani Türkler gibi anlıyorlar ama konuşamıyorlar, bu durumda size Çince cevap verip sizin anlamadığınızı görünce de yine Türkler gibi aynı şeyi daha yüksek sesle söyleme yoluna başvuruyor, yüksek volume'lu Çince konuşuyorlar.

İlk çaresizlik dil konusunda ortaya çıktı. Havaalanından eve gitmek için bindiğimiz takside Asutay evin adresini Çince söyledi. Bendeki gururu anlatamam size. "Vay be! Kocama bak sen, Çince konuşuyor. Tamam ya Çinlilerle de anlaşabiliyorsak sıkıntı yok, yaşanır burda" dediğim o ilk an bu andı. Neresi olduğunun hiçbir önemi yok, eğer aynı dili konuşamadığınız bir yerdeyseniz endişe etmeniz gereken tek şey iletişim oluyor. Bu nedenle Çince öğrendiğim ilk şey teşekkür etmekten sonra evimizin adresini söyleyebilmek oldu.

Herhangi bir ülkeden ziyade yepyeni bir dünyaya gelmiş gibiydim. Cüceler ülkesindeki dev gibiydim. Ülke nüfusu full çekik gözlü ve minyon olunca 1,50'nin üzerindeki herkes manken mübarek... Çin dediğimiz yer kocaman bir ülke. Doğusu batısı kuzeyi güneyi bambaşka. Sadece şehir değiştirdiğinizde bile farklı şiveler, farklı fiziksel özellikler gözlemleyebiliyorsunuz. Biz Shenyang'daydık, Beijing'in kuzeyinde kalıyor turistik pek bir özelliği yok. Tarihi bakımdan yasak şehrin son ayağı, ufak bi kısım olarak bu şehirde. Ama zaten Çinli değilseniz Çin'in her yeri turistik geliyor size.

Çin'e ilk adım atmamız genel olarak beni iki yeni kavramla tanıştırdı: içlik ve beden dili. Soğuktan korunmanın pek bir yolu yok, burdaki insanlar zaten bu hava koşullarına alışkın ama bizim gibiler için de Japonlar güzel termal içlikler üretmişler, yüzde yüz işe yarıyor. Aman da hamam gibi sıcacık bir his beklemeyin, soğuk teninize değmesin yeteri sunuyor, o da size yetiyor. 

E bi yerde beyim işe başlamak zorunda olduğundan Çinlilerle patates soğan alışverişimizi beden diliyle hallettim bir süre. Tek global dil beden dili, yazın bi kenera.

Hayat bize bol seyahatli bir döngü çizmiş ben daha yeni "oh be, alıştım artık Çin'e" derken Asutay'ın işi dolayısıyla sırtlandık evimizi İngiltere'ye geldik bu yazının yazılmasından yaklaşık olarak 3 ay önce. Genellikle Avrupa'dan Asya'ya gönderilen expat'lere kültür şoku yaşamamaları için eğitim verirler ama asıl bu ön hazırlığın Asya'da yaşayıp Avrupa'ya göç edenlere verilmesi gerekiyor kanaatimce. Şöyle ki, son bi yılda alıştığınız ve yapmaktan zevk aldığınız birçok şeyi değiştirmek zorundasınız.

"Çin hükümeti Hunger Games filmini bile sansürlerken tezim için gereken kaynaklara erişemeyeceğimi hesaba katmamıştım"

Ülke değişikliğinin çalışma/eğitim hayatına yansımaları neler oldu? İş/okul ortamının uyum sağlamana (veyahut da sağlayamamana :) stres yok, hangimiz en zayıf halka gibi hissetmeden bir ömür sürebiliyor ki?) etkisini nasıl deneyimledin?

Türkiye'deyken hem çalışıyor hem master yapıyordum. Evlenince yahu ben napıcam diye hiç düşünmedim. Evlenip eşimle Çin'e gidicek, o işe giderken ben de tezime odaklanacaktım. İş hayatının kısıtlayıcı ve yorucu baskısı olmadan geniş geniş evde tez yazmaktan güzeli var mı! İşler her zaman da planlandığı gibi gitmiyor ne yazık ki. Çin hükümeti Hunger Games filmini bile halkı galeyana getirebilir gerekçesiyle sansürlerken tezim için ulaşmam gereken kaynaklara internet üzerinden erişemeyecek olduğum gerçeğini hesaba katmamıştım.

Çin'de Facebook, Twitter, Instagram vs. gibi sosyal medya hesapları kullanılmıyor. Ulaşmanın yolu yok mu, var tabii ki: VPN. Canım günde iki tbt de yapmayıvereyim nolcak demek zorundasınız. Bu noktada ben bu yasaklardan pek etkilenmedim çünkü iyi bir sosyal medya kullanıcısı olduğum söylenemez. Benim için asıl sorun Google'a erişemiyor olmaktı. Bu nedenle VPN hesabı açtık. Sorun çözüldü mü, hayır. Hükümet VPN kullanıcılarını tespit eder etmez erişimimiz engelleniyordu. Bak bu bakımdan Türkiye gibiydi işte.

Yeni evliliğin tatlışlığı, erişimin engellenmesi Çin'de tezden uzaklaşmak için muhteşem sebeplerdi benim için. Çok ciddi bir odaklanma sağlayamadım ama durumun şartlarını da zorlamadık değil, Amerika'dan falan getirttik okunması gereken kaynakları. Eğer Türkiye'de hukuk okumuşsan sana Çin'de ekmek yoktu. Hemen sahibi Türk bir alışveriş merkezi bulduk, staj için başvurdum, adam da kabul etmesin mi! Staj diye başlar kadroya geçerim diye düşünüyor insan. Kadroya geçmesen de deneyim olur fena mı? Daha Çin'e geleli bir hafta olmuştu, başvururkenki heyecan iş ciddiye binince yerini korkuya bıraktı. Dil bilmeden, yol bilmeden oraya nasıl gidip gelecektim'le başlayan bahanelerle beni kabul eden yeri ben reddettim. Şu an keşke kabul etseydim demiyorum çünkü daha Çin'de yaşamanın nasıl olduğunu bilmeden böyle bir işe girişseydim bugün Çin'i bu kadar sevebilir miydim emin değilim. Çin'i her şeyini anlayarak yaşamak ayrı, kendini orada yaşamaya zorlayarak deneyimlemek ayrı.

Çin'de gri yok, ya siyah her şey, ya da beyaz. Yani ya çok seversin Çin'i, ya da nefret edersin. Ben önce onu tanımak istedim, sonra sevdim. CV'de Çin'de staj da eksik kalsındı canım nolcaktı. Laf aramızda pişmanlık değil ama yerleştikten 1-2 ay sonra başvursaydım kesin giderdim o ayrı. E tabii İngiltere'ye gelmek bir bakıma dil problemini ortadan kaldırdığından daha fazla seçenek oluştu önümde iş anlamında. Bu sefer de sahip olduğum diplomanın azizliğine uğradım. Hukuk eğitimimi İngilizce olarak tamamlamış olmam ne yazık ki bana Türkiye dışında hiçbir yerde bir artı sağlamıyordu. Acı ama gerçek, hukuk okuduysan şayet yurtdışında avukatlık yapamıyorsun, malum her ülkenin kendi kanunları var haliyle farklı bir eğitim ve background arıyorlar. Aman canım danışmanlık yaparsın nolcak ki'cilere de iki çift laf etmeli: O adamlar ellerinde orkide, kırmızı halıyı serip sizin uçaktan inmenizi şampanyayla karşılayıp "oh iyi ki geldin, biz de seni işe alacaktık" diye beklemiyorlar. Türkiye ile iş yapan firmaların zaten yeterli danışmanları hem burda hem Türkiye'de var. Yani senin gözünün üstünde kaşının olması onlara yetmiyor. "Hoş daha tez de bitmedi, tezden sonra daha fazla yüklenirim iş arayışına" moduna geçiş hızla oldu. Odaklanma ve hırs, başvurularımın reddedilmesiyle tavan yaptı. "İki seneye görüşürüz, tatlım" modundayım şimdi.

"Türk Türkü görünce 'oy kurban olayım' moduna geçiyor"


Arkadaş edinmek ve kendi sosyal çevreni kurmak ne kadar kolay (ya da zor) oldu? Kendi background'un, kişiliğin ve bulunduğun yer bu denklemde nereye oturuyor?

Eşim halihazırda Çin'de yaklaşık 2,5-3 senedir çalıştığından hatırı sayılır bi arkadaş çevresi vardı. Alman expat'ler, Türkler, Çinliler ve daha birçokları... İlk buluştuğumuz kişi, eskiden eşimle aynı şirkette çalışan o sıralarda Çin'de bir dönerci dükkanı açma hazırlıkları içinde olan bir Türktü. Kiraladığı dükkanın yanında iki Çinli kız bir pastane işletiyordu, işte o iki kız benim ilk Çinli arkadaşlarım oldular. Her ülkede olduğu gibi Çin'de de Türk Türkü görünce "oy kurban olayım" moduna geçiyordu. Aynı ülkede yaşasan belki oturup sohbet etmeyeceğin insanlarla "bir başkadır benim memleketim" muhabbeti yapmak sıradan bir ritüel haline geliyordu.

Çin'de sadece Türk Türkü görünce değil bütün Çinli olmayanlar birbirini görünce bu hava esiyordu. En azından diğerleri olarak aramızda anlaşabiliyorduk. Çince bilen yabancıların durumu daha farklıydı, ortamlarda Çinli kızlara yürümek isteyen bütün yabancılar Çince bilen yabancıların kankasıydı. Benim içinse mutlak bir eğlence kaynağıydı, menfaat uğruna kurulan samimiyetsiz dostlukların sabun köpüğü ömrü dil din ırk farklılığı gözetmiyordu ve ilginçti.

Bizim samimi, içten diyebileceğimiz küçük bir arkadaş grubumuz vardı. İçlerinden ikisi Türktü ve bunlarla düzenli aralıklarla Kore bbq'süne gidip rakı keyfi yapıyorduk. Çin'de restorantlara dışardan içki sokulması serbest olduğundan rakıyla bir yere gitmek sıkıntı olmuyordu, hatta içine su konunca rengi değişen bu içecek Çinlilerin baya bir ilgisini çekiyordu. Lakin tadına baktıklarında alkol oranını az buluyorlardı. Çinlilerin baiju dedikleri beyaz pirinç şarabi yüzde 60 alkol içeriyor ve çinliler bunu su gibi tüketiyorlardı ve ilginçtir ki sarhoş olmuyorlardı fakat aynı çinliler yüzde 4 alkol içeren Snow marka biralarını 2-3 tane ancak içebiliyor ve hemen sarhoş oluyorlardı. Sonradan öğrendik ki anatomik olarak vücutları alkolü sindiremiyormuş. Yani ağzıyla içmeyen tek millet Türkler değil anacım.

Kore bbq'sü Çin'de çok yaygın, oturduğunuz yerden mangal yapıyormuşsunuz gibi düşünün, ama kapalı alanda. Çeşit çeşit etler tavuklar balıklar sebzeler. Yazarken bile insanın ağzının suyu akıyor. "Şu konsepti alıp Türkiye'ye götürsen zenginsin, yemin ederim" muhabbetleri her hafta dönüyordu. Lakin her Türk gibi sadece aramızda konuştuğumuzla kalıyorduk, icraata geçen yok. Arada "Türk yemekleri de muhteşemdir, üstadım" havası basmak için eşimin Alman arkadaşlarını yemeğe davet ediyordum. Ben gerçekten kendi küçük arkadaş çevremizi çok seviyordum ve hâlâ da onlarla iletişimimizin sürmesinden dolayı çok mutluyum.

Bu arkadaşlık sürecinde benim kendim olmaktan kaynaklanan iletişim artılarımın neler olduğunu pek bilmiyorum. Sadece karşındakinin insan olduğunu bilerek ve empati ve anlayış güdüsüyle yaklaştıktan sonra herkesle iletişimin mümkün olduğuna inanıyorum. Herkesi sevmek zorunda değildim ama herkese saygı duyuyordum. İngiltere'de durum daha rahat oldu bizim açımızdan. Zaten Çin'deki proje bakımından expat'lerin süresi dolmuş ve İngilizler bir bir geri gönderilmişti. Yani Çin'deki bir grup arkadaşımızla burda yeniden bir araya geldik. Hatta yakın bir İngiliz arkadaşımızın Çinli sevgilisi de bizden birkaç hafta sonra buraya yerleşti ve "durum beyleri işe yolla, alışverişe koş" oldu. İngilizler dışında Alman arkadaşlarımız da var çokça, kimisi Çin'den kimisi yeni tanıştığımız, ee- zaten tipik sıcakkanlı Türk profilimiz sayesinde çabuk kaynaşıyor, abartısız samimi oluyor, sınırlarımızı bilerek İngiliz pub kültürüne adapte oluyorduk. Bu noktada arkadaş edinmeye ilişkin yorumum, insanın kendisiyle alakalı özel bir yetenek olduğu yönünde. İletişim emek isteyen ve önemli bir sanat bence, her yiğidin harcı değil ama çok da abartmaya gerek yok.

"Türk gördün mü kocanla aranda Türkçe konuşma"

Türkiyeli diğer expat'lerle iletişiyor musun? "Hiç çekemem, benden uzak olsun"cu musun, yoksa "bazen beni sadece bir Çorumlu anlayabilir"ci mi?

Tabi Çin'de bile buluyorsun kendine bir Türk. Expat veya değil, dediğim gibi Türk Türkü görünce bir başka deliriyor şekerim. Böyle bir heyecan yok, bayram zamanı köyden dedemgil gelmiş havasındayız hepimiz harçlık alacakmışız gibi. Ama durum şu: Evet Türklerle sohbet etmeyi, memleketin hali nolacak tartışmalarını özlemiyor değil insan. Ama her Türk babanın oğlu olmuyor ve kesin iyi arkadaş olcaksınız anlamına gelmiyor, hatta bazen babamın oğlu olsa muhattap olmam noktasına gelebiliyorsunuz. Biz geldik mi hayır, her Türkle muhabbet ettik mi hayır, arada bir giderilmesi gereken özlem duygularını bastırmaya yetecek kadar Türk muhabbeti yapabileceğin bir iki insan olsundu yeterdi kafasındaydık, olmuştu da yetmişti de, ve bu insanlar bizim için değerliydi de. Benim açımdan Türkse bul yapış koloni haline gelip bir Türk köyü oluşturun olmamalıydı hiçbir zaman durum. Ama eğer insan olarak anlaşabildiğim kafamız uyuşmasa bile saygıyla sohbet edebildiğim birleri varsa, Türk olsun olmasın hayatımda olmasından zevk duyardım.

İngiltere'de henüz Türk bir expat ile karşılaşmadık. Ama bir Almanya olmasada en az ordaki kadar çok Türk var burda da. Birçoğu market berber züccaciye bar güvenliği vs. gibi işlerde çalışıyor, malum ekmek artık aslanın midesinde değil bağırsaklarında ee pound da TL'ye oranla fazlaca değerli, hurra hücum İngiliz topraklarına, yakında zorla sömürgesi haline gelebiliriz Allah aşkına bizi de alsanıza diye diye. Burda ilk tanıştığımız Türk Kapalıçarşı'dan getirttiği otantik duvar fenerleri satıyordu, dediği şeyi hiç unutmam: İngiltere'nin yarısı Türk ama Türk görünce konuşmam kaçarım, burdaki Türkler öyle senin benim gibi değil. On seneden fazladır bu memlekette yaşayan biri olarak söylediklerini kulağımıza küpe yaptık tabii ama önyargılı da olmadık. Zaten şu kısacık 3 aylık zaman bize "Türk gördün mü kocanla aranda Türkçe konuşma"yı kısa zamanda öğretti.

"Kahvaltıda kremalı tarantula çorbası, öğle ve akşamları ise kızarmış kurbağa bacağı ve çıtır akrepler..."

Gurbetle sıla karşılaştırması yapacak olsan? Kültür olur, iş etiği olur; hangi bakımdan karşılaştırmak istersen...

Çin'e gittiğimizde sıla hasretimiz Türkiye'ye oldu, şimdi İngiltere'deyiz ve Çin'i özlüyoruz. İlk olarak Çin'den başlayayım, ah neler anlatsam nerden başlasam o kadar eğlenceli ki... Asya kültürü bir yandan Türklerin o kadar da garipsemeyeceği bir takım özelliklere sahip olsa da bazı durumlarda "yookk artııkk" dediğimiz durumlar da oldu.. Titanic filminde Jack'in balgamını çekip yumuşak balgam topunun nasıl atılacağını gösterdiği sahneyi herkes bilir. Çin'de yaşlısı genci kadını erkeği herkes günde ortalama 10-15 kez sokağa tükürüyor, öyle kızvari de değil baya baya balgamlı. Sokağa çıktığınızda önünüze bakarak değil bu balgam mayınlarına basmadan yürüyebilmek adına sürekli yere bakarak yürümek zorunda kalıyorsunuz. Türkiye'de bunu birçok kez gördüm ama haftada 2-3'ü geçmezdi ve genellikle erkek nüfus tarafından tercih edilen bir iğrençlik olarak karşıma çıkardı. Çin'de oturduğunuz restorantta bile yemeğin arasında bu eylemi gerçekleştirmek bir kabalık olarak görülmediği gibi kimse napıyor bu ya bakışları atmıyordu tükürükçüye. On yıl da geçse alışamayacağın bu yerleşik davranış biçimi şöyle dursun, İngiltere'de bu tükürükçü oranı Türkiye ile aynı olmakla birlikte bu davranış biçimini erkek ırkı dışında yapanı burda da henüz görmedim.

Çin ile ilgili bir de bebişlere dair bir detayı paylaşayım: Hepimiz prima'larla büyüdük, doğruya doğru şimdi. Bizden önceki dönemlerde de Amerikan bezi dedikleri yıka-kurut bez parçaları varmış. Daha eskiye gitmeye gerek yok. Cırtcırtlı bezler çıkalı çeyrek asır olmuş ama bir tek Çin'de rağbet görmemiş bu bezler sanki. Çinliler diyor ki kardeşim, bu daha bebek, ne zaman tuvaleti geldiğini söyleyemiyor ki sana, madem artık ayaklandı birkaç adım atıyor tek başına, biz artık sürekli bez takmayalım buna. Keselim apış arası kısmını pantolonların, çişi geldiğinde salsın sokağa, kakası mı geldi hemen otursun bir ağaç altına ferah ferah yapsın.. aaaa ülke de ağaç yok ne yapıcak bu velet, canım n'olcak bir köşeye bırakıverir kıymetlisini. Yaz kış demeden küçük bebeleri popişleri ve üreme organları açıkta kalacak şekilde gezdiriyorlardı. Bizde durum hava 20'nin altına düştü mü giydir babam giydir kurdeşen dökene kadar. İlkokula gelmiş hâlâ anneee bittiiii diyen Türk evlatlarının daha bebeyken pantolonlarının altını kesip açaydık böyle mi olurdu. Yani bizde ortamlarda aç pipini göster amcana durumu, Çin'de yiğidin malı meydandadır durumundayı.

İngiltere'de ise durum, Avrupa işte şekerim, bol bol bez kullanan çocuklar var da, burda da analarının babalarının çatalları görünüyor yolda yürürken. Kültürel farklılıklara ilişkin anlatabileceğim o kadar çok şey var ki bunun için kendime ait bir blog açsam yeridir.

Kadınlarla ilgili bir detaya geçelim. Malum her sağlıklı kadın ayda bir yumurtlama döneminden geçiyor, döllenemeyen yumurtalarımız acı bir şekilde intihar ederken intikam alırcasına vücudunuza derin bir ağrı, aşırı bir şeker yükleme isteği ve asabiyet yapıyor. Ay bu durum Çin'de olmuyormuş kızlaaarrr demeyi çok isterdim lakin kadın her yerde kadın. Bizden farklı olarak yaptıkları ise şu: özel günlerinde hiçbir şekilde soğuk bir şey yemiyor ve içmiyorlar, nedenini sorduğumuzda yapılan açıklamayı anlayıp İngilizceye çevirecek durumda Çincesi iyi olan biri olmadığından sadece bol bol sıcak şeyler yiyip içtiklerini biliyorum. Akşam yemeğinde domuz beyni çorbasının yanında sıcak soya sütü içiyorlardı mesela. İngiltere'de bu duruma ilişkin yeme içme bakımından bir farklılık var mı bilmiyorum ama kanatsız Orkid'leri var, uçamıyor ama konuyor.

En sevdiğim kısma geldik: yeme-içme. Asya bu anlamda dünyanın bir numarası diyebiliriz.. Şimdiden ay yok akrep yiyorlar, eşek domuz at kurbağa kaplumbağa hamam böceği yiyorlar siz de yediniz mi diyenleri duyar gibiyim. Kahvaltıda kremalı tarantula çorbası, öğle ve akşamları ise kızarmış kurbağa bacağı ve çıtır akrepler tüketiyorduk demicem tabii ki. Yok mü yiyen evet var, ama bir düşün kardeşim, savaş zamanı biz bulabildiklerimizden ne yaptıysak bugün Türk yemeği dediğimiz yemekler onlar, bu adamlar da savaş zamanı, kıtlık zamanı bunları bulabilmişler ve yemişler. Günümüz Çin'inde eskisi kadar tercih edilmese de yine de tüketen bir kısım var. E sen kelle paça kokoreç yersen o da gider karafatmayı acı sosa bana bana yer, ne var şaşıracak anlamıyorum. Kimse burnunu tutup illa da bunu yiyeceksin yoksa sana ekmek vermeyiz demiyor ki.

Muhteşem bir sebze meyve et çeşitliliği var ki görsen aklın durur. Evet bazen Türkiye'de alıştığın lezzetleri bulamayabiliyorsun ama bazen ihtiyaç bile duymuyorsun. Bizim favorimiz hot pot ve Kore bbq'süydü. Dünyaları yesen ödediğin hesap iki kişilik max 40 TL oluyor, eğer fiş almazsan iki kutu cola hediye, daha ne olsun. Yemek kültürü bakımından en basit ve en temel farklılık tabii ki restorantlarda çatal bıçak yerine chopstick kullanılması, lakin eşim de ben de bu konuda iyi olduğumuzdan pek de sorun değildi, ama tutamıyorsan üzülme kardeşim sen beceriksiz değilsin onlar çatal kullanamayan beceriksizler(!) çatal istiyorsun hemen getiriyorlar.

Chopstick'le ilgili bilmeniz gereken en önemli şey asla yemek yerken veya yemek arasında beklerken chopstick'i pilava noodle'a vs. diklemesine saplamamanız gerektiği, nitekim bu ölüm demek ve Çinlilerce pek hoş karşılanmıyor. Ama yine de sizi hor görmüyorlardı ne de olsa her yabancı da chopstick adabını anasının karnında öğrenmiyor idi. Çinliler yemeklerinde peynir kullanmıyorlar, ülke olarak peynir kültürleri yok. Peyniri tüketen, Avrupa'ya okumaya gelip peynirle tanışan, arada ortamlarda hava olsun diye şarap-peynir tabağı takılan zengin Çinliler. Biz peynir ihtiyacımızı ithal olarak gelen ve ederinin 2-3 katına satılan süpermarketlerden sağlıyorduk, İngiltere'ye gelince bu problemimiz çözülmüş oldu. Çin'de aaa cheddar var diye sevinirken burda acaba mild mi alsak extra mild mi alsak diye düşünüyoruz, bolluğu sen düşün.

Çin 'de restorantlarda Michelin kalitesi beklemeyin, öyle restorantlar da yok değil hani ama gitmeye gerek yok, hayat sokakta canlarım. Street food kültürü inanılmaz yaygın ve sokak bbq'sünün lezzeti hiçbir şeye benzemiyor. Kızarmış tofular, ahtapotlar, chicken popcorn dedikleri baharatlı mini tavuklar, kızarmış noodle'lar kızarmış pirinçler vs. vs... Ne ararsan var, yeter ki cesaretli ol denemekten korkma illa ki seveceğin bir Çin lezzeti bulursun bu geniş yelpazede.

Gel gör ki bu çeşitlilik yerini kurak bir nadasa bıraktı İngiltere'ye yerleşince, bu nedenle hâlâ Çin marketlerinden alışveriş yapıyorum. İngiliz mutfağı diye bir şey yok. Olanı şu kadar: kahvaltıda fasulye, kızarmış domuz bacon'ı, yağda yumurta ve kızarmış tereyağlı ekmek. Amerika'yı obez bilirdik, ikinci obez ülke kesin İngiltere. Çin'deki o mini minyon kız çocuğu modundaki cepboy kadınlardan sonra burdaki enine boyuna gelişmiş ablaları görünce bir algı problemi yaşıyorsun haliyle.

Mutfak olarak İngiltere'de öğle ve akşam menülerinde de pek bir çeşitlilik yok ne yazık ki, fish&chips ve pie en çok bilinenleri. Bizim Türkler hemen işe koyulmuş tabii helal fish&chips dükkanları gırla. Bildiğin balık kızartma değil mi ya o demeyin harbi farklı ve iyi yapıldığında çok güzel bir öğün kendisi alkışları hak ediyor, pie dedikleri ise eti ya da tavuğu sotele tavuğa krema ete şarap sosu yap üzenini milföyle kapla fırına ver oldu sana pie. Kendi mutfakları çok gelişmemiş olmakla birlikte Hint mutfağından İtalyana restorant bolluğu var ülkede. Hint körisi baya tutuyor burda, Hintli de çok olunca tüketiliyor tabii, arz talep meselesi şekerim. Ülkede saf İngiliz ırkı yok denecek kadar az. Geri kalanların çeşitliliği de restorantlara yansıyor, şikayetimiz yok, nerde yemek orda ben.

İş etiği bakımından Çinlilerle ilgili şunu söyleyebiliriz, eğer bir işin yapılmasını istiyorsanız yapmasını istediğiniz kişiye aynı şeyi yaklaşık olarak 3-4 kez söylemeniz gerekiyor ki iş istediğiniz şekilde ve zamanda yapılsın, ki genellikle istenilen zamanı kaçırdıkları olur. İngilizleri ise İzmirliler gibi düşünün, adamların iş yapmak bakımından bir telaşları aceleleri yok yay götü yat dostum ne bu telaş yaparııızzz hallederiiizzz modundalar. Hangisi iyi, hangisi kötü bilemedim. Burda özellikle söylemek istediğim bir şey var ki biz Türkler Avrupa'yı çok beğeniriz çok överiz ve özeniriz ya yalan dostum her şey yalan bırakın bu Avrupa özentiliğini, özünüzü sevin biraz diyorum. İnsan bilmediği şeye özeniyor hiç gerek yok, yaşayıp görünce anlıyor insan aman da İngilterelerdelermiş ne de şanslılarmış evet şans belki ama ülkemin insanı toprağı da çok kıymetli. Burdaki İngilizler ucuz ve yakın diye Türkiye'ye akın ediyor tatillerde, senden benden çok gezmiş ülkemizin toprağını, hatta gayrimenkule yatırım yapan bile var. Daha bizim dikili ağacımız yok hatırlatırım. Yani aaa bak Avrupa'da olmuyor ama hiç böyle şeyler diyenlere sesleniyorum insan olan her yerde her şey oluyor; hata insandan kaynaklanıyor, bitki örtüsünden veya dağların kıyıya paralel veya dik uzanmasından değil.

Çinli taksici soruyor: "Rus uçağını neden vurdunuz?"

Gurbetteyken TR'de olup bitenlere nasıl bir mesafede duruyorsun? Ülke gündeminin kendi hayatına yansımaları neler oluyor?

En samimi halimle cevaplamam gerekirse durum şu: zaten hukuk mezunu olduğumdan ve avukatlık yaptığımdan Türkiye'deyken gündemi yakınen takip etmekle meşguldüm. Durum yurtdışına gelince daha da ciddi bir hal alıyor. Türkiye'deyken gündemi sarsan bir olay olduğunda bunu aile sohbetlerinde ve/veya meslektaşlarımla kahve içerken mütalaa ediyorduk. Durum Çin ve İngiltere olunca çok farklı. Örneğin Rus uçağının vurulması olayı biz Çin'deyken gerçekleşti ve o gün bindiğimiz takside Çinli taksici önce nereli olduğumuzu sordu, Türk olduğumuzu söylediğimizde neden Rus uçağını vurdunuz diye bir soru yöneltti bize. Yurtdışındayken politik konular çoğu insan için tabu oluyor, Çin'de Çince bilmemek ya da bildiğimiz kadarının yetersizliği bu gibi soruları cevaplayamamamıza neden oluyordu, havada asılı kalıyordu konu.

İngiltere'de ise durum daha farklı. Reina katliamından sonra Pakistanlı yan komşumuz Türk olduğumuzu bildiği için bizi ayaküstü sorguya tuttu; ne zaman gideceksiniz Türkiye'ye, burda ne kadar kalacaksınız, kimsiniz nesiniz ne iş yaparsınız... Yani diyor ki siz Türkseniz benim bu sorularla canınızı sıkma hakkım var, Türkseniz siz de onlar gibi olabilirsiniz. Hayatımda karşılaştığım ilk ırkçı yaklaşımı da bu yaşımda o çok özendiğiniz Avrupa'da deneyimlemiş oldum. Gündemi sarsan her olay bizim sadece birilerince hesap sorulmamız bakımından canımızı sıkmıyordu tabii, ayrıca sevdiklerimizin sağlığı bakımından da bizi endişelendiriyordu. Her sabah bugün bir şey oldu mu acaba endişesiyle haber kanallarına ve yayın yasağı varsa diye sosyal medyaya bakmak elimizi yüzümüzü yıkamaktan önce yaptığımız ilk iş haline gelmişti. Çin'deyken bu durum çok daha fazla zorluyordu bizi. 5 saatlik bir zaman farkı olması, uçuş mesafesinin çok uzun olması herhangi bir durumda acil bir şekilde sevdiklerimize ulaşamayacağınızı bilmek daha zorlayıcı olmuştu. İngiltere'de bu bakımdan daha rahatız, acil bir durumda birkaç saat içinde sevdiklerimizin yanına gidebilecek olmanın rahatlığı var üzerimizde. Yine de şunu biliyorum ki elini uzattığında tutabileceğin yakınlıkta olsan da olmasan da gündemi sarsan her bir haberde nerede olursan ol tanımadığın insanlar için gözyaşı döküyorsun.

"Denemekten korkma"

Diğer expat'lere ya da adaylarına, "ben ettim sen etme" ya da "sen de yap güzel oluyor" yollu önerilerin?

Bütün soruları cevaplarken olabildiğince bireysel özelliklerimin de az buçuk sinyallerini vermeye çalıştım, bunun tek nedeni insanın içinde bulunduğu şartlarda yaşamını sürdürüp sürdürememesi ve/veya bundan zevk alıp almamasının tamamen kişiye sıkı sıkıya bağlı bir özellik olduğunu anlatmaya çalışmaktı. Ve sen nasılsan dünya da öyledir. Kanaatimce bir toprağın insanı olmak değil dünya insanı olmak önemli olan, fırsatın varken birçok yere gidebilmek, farklı kültürler tanımak, senin gibi olmayanlarla iletişebilmek... İşte bunlar seni zenginleştiren ve her anlamda farklı kılan artılardır. Ola ki hayat sana bu güzelliklerinin tadına bakma şansını sunuyorsa mutlaka değerlendir derim. Kabuğuna dönük bir insan olsan bile, yeni şeyler denemeye burnunu azıcık kabuğundan çıkarmaya değer arkadaşım. Denemekten korkma.

"Fırsatın varken git gidebildiğin yere"

Başka bir çift söz? (teklif var, ısrar yok)

Elinde bir soru olduğunda olabildiğince onu cevaplamaya, kendini anlatmaya çabalıyorsun ya hani, aslında en güzeli şu 9. sorunun verdiği serbestlik değil midir. Oh şimdi anlat aklında başka ne varsa, paylaş deneyimlerini... Bu noktada daha fazla şunu yaşadım demek yerine önemli olabilecek detaylara ilişkin bilgi paylaşımını daha kıymetli buluyorum. Eğer İngilizcenin günlük dil olarak kullanılmadığı bir ülkeye gidicekseniz kesinlikle bir ön hazırlık yapmanızda fayda var, illa expat olarak gitmenize gerek yok. Öncelikle havaalanına indikten sonraki ulaşım şeklinizi belirlemenizde ve varacağınız noktanın o ülke dilinde yazılısının print out'unu almanızda fayda var, malum vurgulamanın önemli olduğu Çince gibi dillerde doğru telaffuz edememe durumunuz çok fazla. Bunun dışında her milletçe önem arz eden saygı unsurunu atlamamakta fayda var, o gideceğiniz ülke bakımından kaba kabul edilen ve/veya hoşgörü ile karşılanmayan durumları bilmek yararınıza olacaktır, bu bakımdan bir de o dilde teşekkür etmeyi öğrenirseniz takdir görürsünüz ve iki kelam laf ettim diye azcık da egonuzu tatmin etmiş olursunuz.

İş nedeniyle olsun olmasın kendi comfort zone'unuzdan çıktığınızda yeni hayatınızın ne denli kolay olup olmadığı sadece sizin elinizde. Yeniliklere açık olun, araştırın, öğrenin, değiştirmeye çalışmadan adapte olmaya çalışın. Aslında o kadar kolay ki yaşamadan bilemiyor tabii insan. Yaşadıktan sonra ise hissettiğiniz tek şey, dünyanın neresinde olursa olsun hayat her yerde aynı şekilde işliyor; sabah güneş doğuyor ve akşam batıyor, bu aralıkta ne öğrendiysen o da sana kar kalıyor ve önemli olan nerede olduğun değil kiminle olduğundur oluyor, hayat dediğimiz şey aslında yaşamak için temel ihtiyaçlarını karşılama savaşı içindeyken bu hayatı kiminle paylaştığındır.

Seninle dünyanın her yerine gidebilecek bir el tutuyorsa elin, kaygıların da korkuların da bu macerada bir önemi kalmıyor, sıkıca tutun o ele ve fırsatın varken git gidebildiğin yere...

Yorumlar

  1. Yağmur hanım merhaba
    Size bikaç soru sormak istiyorum cevaplarsanız çok sevinirim.eşimin işi sebebiyle shenyang a gitme ihtimalimiz var,daha doğrusu beni ikna etmeye çalışıyor,yaklaşık 15 ay kalıcaz,6 ay önce bangkok tane döndük,2 yıl orda yaşadık,çok sevindim orayı,çünkü dilekçe sorunu yaşamadık diyebilirim birde kızım bebekti,şimdi 2,5 yaşında ve benim tek endişem kızım,orda nasıl vakit geçirebilir,tabi bide farklı tatları deneyemiyoruz ailecek:(marketlerde istediğimiz her ürünü bulabilirmiyiz? Sizinde başka düşünceleriniz varsa bilmem isterim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba
      İsminizi bırakmamışsınız fakat  Yağmur  Hanım'ın hikayesi çok ilginç.Hikaye için Yağmur Hanım'a teşekkür ederim.
      Diğer önemli konu benim de Shenyang ile ilgili bir çalışmam olacak.Medya emeksiliyim.
      LÜTFEN E-MAİL OLARAK ( tmrgoldensrs@gmail.com ) bana yazabilirmisiniz lütfen?

      Sil

Yorum Gönder