Lund'dan Işıl

Manevi çifte vatandaşlık
Kimsin, nesin? Nerede, ne zamandan beri yaşarsın? Neyle iştigal edersin?

Merhaba, ben Işıl Kurnaz. 25 yaşındayım. 9 yaşımdan beri yaşadığım Ankara’dan, Ankara’nın havaalanı yolundaki taşlarına ve sonra da gözlerimin yaşına bakarak 2 yıl önce ayrıldım. Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan hemen sonra, yüksek lisans yapmak için İsveç’in bence küçücük ama İsveçlilere söylediğimde “Aa olur mu, burası İsveç’in en büyük 8. kenti!” denilerek püskürtüldüğüm 85 bin nüfuslu, bir köprüyle Danimarka’ya bağlanan Lund şehrine taşındım. İki ülkeyi birleştiriyor mu, yoksa iki ülkeyi birbirinden mi arıyor hâlâ anlamadım.

"Birbirimizi sevmediğimiz için, birbirimizle bir toplum da oluşturamıyorduk"

Yolun gurbete düştüğünde ilk olarak neler hissettin? Yeni bir ülkede olmanın duygu durumu sende nasıl karşılık buldu?

Yolum gurbete ilk düştüğünde, bir insanın aynı anda hafifleyip nasıl taş gibi yerinde ağırlaşabildiğini hissettim sanıyorum. O gün, öyle bir duygunun alanına girdim ki, 2 yıldır içimde İsveç’in yerleşik yabancısı ve Ankara’nın yerli sürgününü bir arada taşıyorum. İkisine birden ait olamayıp her an ikisini de içimde taşıdığım, anavatanın yanına o klişe acı vatanı da eklediğim manevi bir çifte vatandaşlık hali. 

Türkiye’nin insanın içini soğuran, boğuculuğu ve yıkıcılığıyla, şehirlerine işlemiş ilkel müteahhitlerin betonlarıyla, biraz da 7 Haziran sonrasında girdiğimiz o siyasal iklimiyle içimden kopmakta olduğunu hissederken buldum kendimi uçakta. Hafifleyeceğimi sanıyordum, sanki bir defteri kapattım da hemen yabancısı olduğum toprakların üzerinden Türkiye’ye uzaktan bakmaya başlayacaktım. Ne yalan söyleyeyim sadece sanmıyordum, bir de umuyordum bunu. Çünkü hemen öncesinde artık boğuluyorduk, birbirine karşı tahammül eşiği son derece düşmüş, asgari saygının bile artık lüks haline geldiği, biri diğerinin keyfiyetine tabi olarak yaşamak zorunda olduğumuz bir hal almıştı ülkemiz. Birbirimizi sevmediğimiz için, birbirimizle bir toplum da oluşturamıyorduk. 
"Benim gurbet maceram 'sanmalarım' ve hemen sonra 'yanılmalarım' üstüne kurulu"

Acılarımız tekil yaşanıyordu mesela, gitmeden hemen önce Suruç’u yaşamıştık, ama toplum olarak değil, o acı hepimizin acısı değildi mesela. Her mahalle, her topluluk, her camia birbirine öylesine kapalıydı ki, muhakkak birileri dışlanıyordu. Bütün bu taş yağmuruna, bindiğim uçağın bulutları üstünden bakmaya başlayacaktım artık, bana öyle geliyordu. Dışımdaymış gibi, dışımda olması mümkünmüş gibi. Benim gurbet maceram bu yüzden daha çok benim “sanmalarım” ve hemen sonra “yanılmalarım” üstüne kurulu. İçinde kaybolup nefes alamadığım kişisel acımdan, bir de üstüne siyasetin karabasanından sıyrılacağımı sanmakla, o ruhu kronikleştirerek kendimde taşıdığımı fark etmekteki yanılsamalarım arasında gidip geldi benim gurbetim. Bu yerini yadırgama hali patolojik bir hal alınca, kendimi “huysuz, aksi, memnuniyetsiz” hissetmemek için bir bahane de uydurdum: Nihayetinde hepimiz yeryüzünde sürgündük, değil mi?

"Bergman’ın niye öyle pek kasvetli bir yönetmen olduğunu anladım"


Ülke değişikliğinin çalışma/eğitim hayatına yansımaları neler oldu? İş/okul ortamının uyum sağlamana (veyahut da sağlayamamana :) stres yok, hangimiz en zayıf halka gibi hissetmeden bir ömür sürebiliyor ki?) etkisini nasıl deneyimledin?

Yukarıdaki ağrılı sancılı duygusal gelgitlerimden kurtulmaya çalışmaya karar vermiştim, bunun da yolu gündelik hayata uyum sağlamaktı. Kendi kozama çekilip gündelik telaşlardan kopunca, küçücük evimde kendime hapishane yaratmıştım sanki. Havalar meşhur İsveç soğuğuna evriliyordu, Lund rüzgârı, kapıdan adımınızı atar atmaz sizi sarsıyor, tokat atıyordu. Penceremin önünde kocaman bir ağaç, önündeki masamda da Türkiye’den getirdiğim kitaplar, defterler, kalemler vardı.
N'apsam da kendimi gökyüzünden İsveç’e düşmüş elma gibi hissetmesem diye düşünürken, bir anda içinde olduğum manzaranın enfes sinemasal bir doğa olduğunu hissettim. Sinemasal dediysem, masal gibi değil. Daha çok İsveçli meşhur yönetmen İngmar Bergman’ın kasvetli sinemalarındaki o canlı ama korkutucu doğası. Zaten İsveç’e gidince bir Bergman’ın niye öyle pek kasvetli bir yönetmen olduğunu anladım, bir de İsveç’te niye polisiye edebiyatın çok revaçta olduğunu. Bir Türkiye olmayınca, gerekli aksiyon ve macera romanlar yoluyla devşirilebiliyordu herhalde. O kapıdan adım attım gözüm yaşlı, “seni yenicem Lund” deyişim vardı ki o ilk haftalar, sanırsınız 15 milyonluk İstanbul. Hepi topu üniversitede okuduğum kampüs kadar bir şehir. Ama duygusallık…

"Konforu kayıp gitti diye ağlayacak çocuğa dönmüştüm!"

Kendimi en çok inandırdığım şey, akademinin her yerde aynı olacağına olan benim büyük zannımdı. Evet, İsveç soğuktu, evet halkının da çok sıcakkanlı, şöyle sarıp sarmalayan bir halk olduğu söylenemezdi, bürokrasi deseniz Türkiye’den beter bir yavaşlık ağırlık var, ah bir de neredeydi benim sokak simitçilerim, güzel çorbalarım, lezzetli sulu yemeklerim. Hiçbir lüksü olmadığını düşünen ben, konforu kayıp gitti diye ağlayacak çocuğa dönmüştüm! Burası bana rüzgârıyla değil, ama beni en zayıf yerlerimden, en yumuşak karnımdan bana göstere göstere tanıtmak bakımından iyi bir tokat atmıştı. 
Ama neyse ki, bilip tanıdığım üniversite ortamı, içinde hep evimde hissettiğim kütüphaneler vardı. Günlük hayatta kendimi, duygusal durumumu, yani fazlasıyla Türkçe hissettiğim maneviyatımla ilgili şeyleri anlatmakta zorlanıyordum ama akademinin bildik tanıdık yüzü zorlasa da, ağır makaleler, altından kalkamadığım ödevler yüklese de, en azından nerden başlayacağımı bildiğim tanıdık bir öğrencilik haliydi bu. Bana nefes açıyordu. Anlamakta zorlandığım ödev konularını, makaleleri, başka arkadaşlarıma sorup aynı soru işaretlerinin kafamıza takıldığını gördüğümde, dünyayla aramda akademik değil ama başka türlü bir bağ kurmaya başlıyordum. Öğrenilmiş bir dille konuşuyor olsak da, soru işaretlerinin dilinin olmadığını bilmek, hissettiğim bütün kaygıları bir anda yok ediyordu. Neymişti? İsveçli de, Kamboçyalı da, Çinli de, Gürcistanlı da kavramlarla değil ama kelimelerle konuştuğumuzda aynı yerde buluşabiliyorduk. Enternasyonal diyoruz sanırım buna sol literatürde, sahi vardı böyle bir şey!

"Lund’a alışıyorum diyerek inandırdığım yalnız gezmelerin kaçış olduğunu fark ettim"

Arkadaş edinmek ve kendi sosyal çevreni kurmak ne kadar kolay (ya da zor) oldu? Kendi background’un, kişiliğin ve bulunduğun yer bu denklemde nereye oturuyor?

Kendimi Lund’a yakın hissetmekte en çok kullandığım şey sinemalar ve edebiyattı sanıyorum. Bu da ister istemez çekingenliğinize, yalnızlığınıza, kendi kozanıza çekilme alışkanlığınıza, kendinize duvarlar örme halinize sıkı bir bahane olabiliyor. Her şeyden önce benim yaşadığım şehrin ruhuna nüfuz etmem gerekiyordu. O halde buralarda yaşamış edebiyatçılara bakmalıydım, çekilmiş filmleri izlemeliydim. 

Okul biter bitmez koşa koşa eve gidip, Bergman’ın Lund’da geçen Yaban Çileklerini, Tunç Okan’ın Stockholm’ün ortasında geçen Tuncel Kurtiz’li Otobüs filmini, içinden türlü çeşitli İsveç geçen filmleri izliyordum. Sokaklarda bilerek kayboluyor, şehrin her yerini en uzak ucuna kadar yürüyor, alakasız fakülte binalarının içine girip çıkıyordum. Sonra, bütün bu koşar adım eve gitme halimin, kendimi Lund’a alışıyorum diyerek inandırdığım yalnız gezmelerin kaçış olduğunu, kendimi geri çektiğimi, arkadaş buluşmalarından kaçtığımı fark ettim. Kronik çekingenliğimin beni korkutmaya başladığı anda çok başka bir şey oldu. 

"Korkularımı kırmak da buraya dâhildi, kendimi dışında tuttuğum bir içerinin parçası kılmak da"

10 Ekim 2015 Gar Katliamı. Büyük bir kırılma noktasıydı, kendimi fevkalade şımarık hissetmiş, kalbimin üstüne oturan taşı kaldıramaz halde habere mıhlanmıştım. Reddettiğim, içine itinayla girmek istemediğim, çoğu zaman “international network” gibi fazla mesafeli gelen sınıf arkadaşlarım hararetle beni aramışlar, iyi olup olmadığımı, yanıma gelmek istediklerini söylemişlerdi. Büyük bir kırılmayla gelen duygusal yakınlaşma, arkadaş edinme ve sosyal çevre kurmak korkumu da kırdı sanıyorum. Her açıdan kırılmaydı, saatlerce onlarla konuşarak açıldığım bir kırılma. “Ay sınıfım da hocalarım da çok batı merkezci, aman bu okul da çok oryantalist” dediğim anda, kendimi bir network'ün parçası değil, arkadaşlarım arasında hissettim. Biraz utandım ama daha çok rahatladım sanıyorum. Korkularımı kırmak da buraya dâhildi, kendimi dışında tuttuğum bir içerinin parçası kılmak da. 

"Hayır, ben bana yetmiyordum. Bir biz’e ihtiyacım tabii ki vardı"

Duvarların, kendi içimde ördüğüm şeyler olduğunu hissetmek, sanırım daha çok yıpratıcıydı. Ama bu yıpratıcılık, beni daha sakin, munis bir insan yaptı sanıyorum. Dünyaya daha açık… O filmlerin, İsveç edebiyatının, hatta İsveç’in kendisini tanımanın, o önyargılı “ben bana yeterim” kibrinden sıyrıldığında gerçekten anlaşıldığını hissediyorum 2 yıl geçtikten sonra. Hayır, ben bana yetmiyordum. Bir biz’e ihtiyacım tabii ki vardı. Gurbette kendini kapatıp dayanışmasız paylaşmasız kurduğun bir dünya, kapısız penceresiz dört duvardan farksızdı. 

Sonra noldu? Çok tatlı, şirin, politik olarak da kendimi çok evimde hissettiğim çok tatlı bir Lund kitap-kafesinde garsonluk yapmaya başladım. Bu sosyal kırılmanın bende kirlenmiş bardak yıkamak, pis tabak temizlemek, tuvalet çöpünü dışarı çıkarmak hevesiyle nihayete ermiş olması, gene uçlarda yaşadığım açılma ve kapanmaların tezahürü olabilir tabii ama Lund’daki en güzel günlerimi de tek başına bir kafeyi idare etmeyi öğrendiğim o günlerde öğrendim. İsveçlilere soğuk diye diye günlerimi geçirirken, çok sıcak İsveçli kafe sahiplerinin bana her adımı sabırla öğretmesini, hiç tanımadıkları birine anahtarı, kasayı ilk günden teslim etmelerindeki insana güven duygusundaki erdemi sanırım her zaman kalbimde taşıyacağım. Sahi, önyargılar…

"Birlikte Ahmet Kaya, Selda Bağcan, Zeki Müren anlamanın, rakı içmenin bir tadı da yok değil…"


Türkiyeli diğer expat’lerle iletişiyor musun? “Hiç çekemem, benden uzak olsun”cu musun, yoksa “bazen beni sadece bir Çorumlu anlayabilir”ci mi?


Tüm bu gidişattan anlaşılacağı üzere ben fena halde duygusalım. Bazen ne akademik kavramlarla, ne kelimelerle, sadece o duygularla anlaşabiliyorum. Yani bu bir ırka ya da millete özlemden ziyade, bir dilin ev sahibi olmasıyla ilgili bir şey sanıyorum. Benim için de ev, bir ülkeden, ulusal yasal sınırlardan ziyade dille ilgili bir şey. Diğer her yerde sürgün hissetsem de, o sürgünlüğümü bile Türkçe duyumsamayı, oraya sığınmayı seviyorum. Bu yüzden de en az Türkiye’deki arkadaşlarım kadar içimde, kalbimde hissettiğim dostları da gurbette edindim sanıyorum. Canım “gurbet kuşlarım” Onur, Besire… İyi ki varlar! 
Tabii Türkiye’de herkesle o bağı kuramıyor olmamız, gurbette de her Türkiyeli’yle bu bağı yakalayamamış olmamız bunun aynı dille konuşuyor olmakla ilgili olmadığını da gösteriyor bir yandan. Ne demişti Gülten Akın, “Aynı dille konuşuyor, aynı dili konuşamıyoruz.” Çoğu zaman Türkçe konuşanlarla da aynı dili konuşmadığımız için, Türkçe konuşmakla değil de aynı dili konuşabiliyor olmakla ilgili bir şey var bu yakınlıkta. Ama birlikte Ahmet Kaya, Selda Bağcan, Zeki Müren anlamanın, rakı içmenin bir tadı da yok değil…

"Türkiye’de korkunç bir kapalılık, evlere, içlere çekilme hali var bence"

Gurbetle sıla karşılaştırması yapacak olsan? Kültür olur, iş etiği olur; hangi bakımdan karşılaştırmak istersen…

Lund, İsveç’in İnsan Hakları Şehri. Gerçekten Lund Belediyesi, “Human Rights City” yaptı burayı. Türkiye’de korkunç bir kapalılık, evlere, içlere çekilme hali var bence. Müthiş bir sokak korkusu yanında, korkunç bir dışlama dışlanmadan da kaynaklı. Türkiye’de sokakta, kafelerde 65-70 yaş üstü yaşlı insanları arkadaşlarıyla görmek, engellilerin tek başlarına kendilerine yetebiliyor olduklarını, alışveriş yapıyor olduklarını gözlemek neredeyse imkânsız. 

İsveç’te ise ne yaşlılar, ne engelliler, ne çocuklu anneler babalar kendilerini kapatıyorlar. Hayat, burada içlere çekilen, feragat edilen, kadere kahredilen bir yer değil, tam aksine adım atacak haliniz olmasa bile hayata dâhil olabildiğiniz bir yaşama kültürüyle örülü İsveç. En soğuk, en kasvetli havalarda da böyle, en yaşlı ve engelli insanlar için de böyle. 
Türkiye’de biz birbirimizden fevkalade korkuyoruz gibiyken, sevgisiz ve tahammülsüzken, soğuk dediğimiz İsveçlilerin hiç tanımasalar da birbirine “Hej” diyerek selamlaşmaları, çoktandır unuttuğumuz başka bir toplumsallığı anlatıyor bana. 

"Türkiye’de hayal bile edemeyeceğimiz sansürsüz bir akademik etik var"

Bir de akademik özgürlüğü karşılaştırmak isterim, çok fazla yabancının hocalık yaptığı bu yerde Türkiye’de hayal bile edemeyeceğimiz sansürsüz bir akademik etik var. Her şeyi konuşabildiğiniz, herkesin her şeyi olduğu gibi kabul ettiği, kendi toplumsal kodlarının içine yerleştirmeye çalışmadığı, İsveç’i de doyasıya eleştirebildiğiniz, liberal batı akımlarını da yerebildiğiniz bir düşünme, konuşma ve ifade özgürlüğünün varlığını hep hissedebiliyorsunuz diyebilirim. 
Örneğin, derste İsveç’in Sami ırkına uyguladığı baskı politikalarını da açıksözlülükle konuşabiliyorduk, kendi ülkelerimizdeki insan hakkı ihlallerini de… Türkiye’de bizden beklenen, “kol kırılır yen içinde kalır, aman ülkeni yabancılara şikâyet etme” dar görüşlülüğünün esamesi bile okunmuyordu burada. İsveçliler İsveç’i, Ruslar Rusya’yı, ben Türkiye’yi kıyasıya ifşa edebiliyordum mesela. Çünkü hiçbirimiz orada devletlerimizin temsilcisi olarak durmuyorduk, sadece kendimiz ve ilkelerimizle vardık. Küçük bir Birleşmiş Milletler simülasyonu olarak değil, dünyanın özgür fertleri olarak öğrenilmiş aidiyetlerimizden bağımsızlaşarak var olabiliyorduk.

"Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’i çok seviyorlar!"

Kültürle, edebiyatla, sanatla ilişkilenmeleri de çok dolu, çok yoğun bu arada. Bir de, Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’i çok seviyorlar! Son olarak bütün Batı-merkezciliğine, ağır bürokrasisine, sınıfı görünmez kılan liberalizmine rağmen İsveç’te, Türkiye’de olduğu gibi devletin sevmediği çocuğu gibi değil, eşit haklara sahip eşit vatandaş olarak hissetmek sosyo-politik açıdan en önemli şey. Ben vatandaş değilim tabii ama vatandaşlarında gördüğümü söyleyebileceğim bir şey bu.

"Uzaklığın, mesafeyle ölçülebilen bir şey olmadığını anladım"


Gurbetteyken TR’de olup bitenlere nasıl bir mesafede duruyorsun? Ülke gündeminin kendi hayatına yansımaları neler oluyor?

Bunu, sanıyorum çok uzun anlattım. Kalbimi, büyüdüğüm yerden uzakta tutamamak, oranın duygusal alanından kopamamak gibi bir yerdeyim ben. Bunun yansıması özellikle arkadaşlarımı -Besire’yi, Onur’u- da tüketircesine onlara şikâyet etmeler, ağlamalar, içlerini ezercesine bu konuyu saatlerce konuşmalar şeklinde tezahür etti bende. Dolayısıyla gurbetteyken, Türkiye’ye mesafe koyamadım, uzağında da kalamadım. Uzaklığın, mesafeyle ölçülebilen bir şey olmadığını anladım ama. Belki Türkiye’nin orta yerinde vekillerin tutuklanmasına, insanların ölmesine aldırış etmeyen insanlar varken, İsveç’in en güneyindeki insanların bütün bunları yüreğinde taş gibi taşımasını görünce, uzaklığın, mesafelerle ilgili olmadığını da anladım. 

Ama nereye gidersek gidelim, dünyayı küçücük odalarda bizim kılacak bir dayanışmanın var olduğunu hissetmekten de inanılmaz güç devşirdiğimi söylemeliyim. İsveç, benim yaşarken parlak olduğunu hissetmediğim parlak günlerimin yeri sanırım. Ne zaman kendimi fevkalade güçsüz hissetsem, orada hiç yoktan kurduğumuz odalarımıza, evlerimize, kendimizi oyalamak için yaptığımız buluşmalara dönüp “her şey mümkün” diyorum. Her şeye, her zaman, yeniden başlanabilir.

"Büyük, ihtişamlı, görkemli lüksleri hayatından atan bir sadelik lagom"

Diğer expat’lere ya da adaylarına, “ben ettim sen etme” ya da “sen de yap güzel oluyor” yollu önerilerin?

Her yerin kendine özgü bir yaşama beceresi, bir hüneri, mahareti var. Ben kendimi kapatarak, üstelik bu kapatmaya kılıflar uydurarak –çünkü evet aranınca bahane bulunur- vakit kaybı yaşadığımı hissediyorum. 

Ama İsveç özelinde söylersem, küçük hırslara aldırış etmemeyi İsveçlilerin sakinliğinden, hayatı çalışmaktan ibaret görmeyen hallerinden, tüketimi en aza indiren lagom kültürlerinden öğrendim diyebilirim. Lagom’un en küresel örneği İsveç menşeili İKEA’lar sanıyorum. İsveç kültürünü özetleyen bir şey olabilir bu, “fazla olmayan, yetecek kadar, kararında” anlamına gelen, büyük, ihtişamlı, görkemli lüksleri hayatından atan bir sadelik lagom. Neye ihtiyacın varsa, o kadarını aldığın ve tükettiğin ama o tükettiğinden de muhakkak yeni bir şey yarattığın, onu “geri dönüştürebildiğin” bir kültür. Bu “azla yetinme” halini, sanırım bir kültür olarak yaşamlarına almalarına yaşadığım tüm zorluklara rağmen hayranım. 

Evet İsveç zor bir yer, Türkiye gibi kalabalık, canlı, hareketli, bol derin bir yerden geliyorsanız daha da zor. Ama bu zorluğu aşmak, dünyayı kendinden ya da kendi ülkenden ibaret sanıp kapanarak değil orada yaşayarak mümkün. Evet pahalı, ama bir süre sonra ucuzun da neresi olduğunu bilmenin verdiği keyif gibisi yok! Evet, fazla Avrupalı, fazla oryantalist, ama bunu inceden fark etmenin verdiği o kültürler-arasılık, sansürsüz konuşabildiğiniz üniversite ortamında her şeyi dillendirebilmeniz gibisi de yok. Evet, İsveçliler asla pratik değiller ve bu, Türkiye’de zorlukların altından girip üstünden çıkma beceresine büründüğümüz için bazen inanılmaz vakit kaybı gibi geliyor. Fazla kuralcılar, asla esnetilemeyen, kişisel durumların hesaba katılmadığı bir “kuralcılık- kanunculuk” hâkim bu coğrafyaya. Fevkalade dakik ve düzenli bir yer. Saat 6’dan sonra oturacak bir cafe bulmak bile zor. Bu bazen fevkalade sıkıcı, ama ben mesela sıkıla sıkıla garson oldum. 
Herkesten, her şeyden bir şey öğrenmek, bir şey çıkarmak bu maceraya zaten dâhil! Nihayetinde, turist olup gezmeye gitmediğimizi başından bilmiyor muyduk?

"Kabuğundan çıkmak bizi derimizle/etimizle tanıştıran bir şey"

Başka bir çift söz? (teklif var, ısrar yok)

Kabuğundan çıkmak müthiş tekinsiz bir şey. İnsana, ev fikrini bile unutturacak kadar tekinsiz. Ama sırtımızdan attığımız kaplumbağa evlerimizden sonra, bizi derimizle/etimizle de tanıştıran da bir şey. Uzaklık hissi en zayıf anında bile güçlendiren büyülü bir şey. Çok daldan dala atladım, bir de çok konuştum! Bu şahane bir veri bankası, hayranlıkla Ömer'i takip eden biri olarak, bu hikâye anlatıcısı soruları için, hikâye aracılığı gibi yepyeni bir meslek çıkardığı için ona kaç teşekkür etmeli… Dedim ya, uzaklık mesafe ile ilgili bir şey değil. Belki aramızdaki mesafe şu an çok, ama asla uzak hissetmediğim Ömer’e bin vefa, bin teşekkür.

Yorumlar

  1. hangi alanda yüksek lisans yapıyorsunuz ?
    bitince nerede ve nasıl çalışmayı düşünüyorsunuz ?
    Okul sanıyorum İngilizce ama yine de sorayım :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder